Gazete Emek-Geçen hafta, Paris’teki Père Lachaise Mezarlığı’nda birbirlerine yüz metre mesafede yatan iki Kürt sanatçının, Ahmet Kaya ve Yılmaz Güney’in mezarları üzerinde taptaze çiçekler görünce şaşırdığımızı fark eden rehberimiz “çünkü hâlâ ve her gün insanlar ellerinde çiçeklerle onları ziyarete gelmeye devam ediyor” diyordu.

10 Şubat 1999 tarihinde Magazin Gazeteciler Derneği ödül töreninde linç edilen ve sürgüne gittiği Paris’te 16 Kasım 2000 günü hayatını kaybeden Ahmet Kaya, bugün bile Türkiye siyasetinin, kültürünün, sanatının, akademisinin konusu olmaya devam ediyor. Onun hakkında hâlâ makaleler, kitaplar yazılıyor, araştırmalar yapılıyor, şarkılar söyleniyor. Herkesin bir Ahmet Kaya anısı, fikri var ama en az konuşan, fikri, duygusu en az bilinen kişi kızı Melis Kaya oldu.

Ahmet Kaya nasıl bir babaydı? Ahmet Kaya’nın kızı olarak babasına yönelik linçe dâhil olanların özrünü nasıl karşılıyor? Ahmet Kaya yaşıyor olsaydı kimlerle, nasıl bir müzik yapıyor olurdu? Onun kendini herkese dinleten müziğinin tılsımı neydi? Ahmet Kaya açısından müzik, sokak, Kürtçe, İstanbul, Türkiye, toplum, sürgünlük, yalnızlık ne demekti? Türkiye toplumu neden linç sarmalından çıkmıyor? Linci besleyen acziyet duygusunun üstesinden nasıl gelinir?

10 Şubat vesilesiyle yaptığımız ama 6 Şubat depremi dolayısıyla yayınlamayı ertelediğimiz Melis Kaya’yla ilk uzun ve detaylı Ahmet Kaya sohbetini nihayet huzurlarınıza sunuyoruz…

Neden daha önce hiç uzun mülakat vermediniz?

Sizinki gibi yazılı basın için uzun uzadıya bir röportaj teklifi hiç yapılmadı. Ayrıca sizi gıyaben tanıdığım için teklifinizi kabul etmekten çekinmedim ama genelde Ahmet Kaya üzerine konuşulacaksa, bunun muhatabının annem (Gülten Kaya) olduğunu düşündüm hep. O yüzden de genelde geride durmayı tercih ettim.

Ahmet Kaya nasıl bir babaydı?

Babam evinde, özel yaşantısında son derece sevgi dolu ve neşeliydi. Esprili, rahat, sabırlı, özgürlükçü ve şefkatliydi. Asla kuralcı ve katı değildi. Çocukluğuma geri dönüp baktığımda bir babanın bir çocuğun yaşamında kaplaması gereken alana dair kursağımda kalan bir duygu yok ama onu çok özlüyorum. Çok ihtiyaç duyuyorum aklına, sevgisine, öngörüsüne. Bazen içimden ona telefon etmek geliyor mesela, olanı biteni uzun uzun anlatmak. Keşke en azından telefonda konuşabilseydik diyorum. Bugün hayatta olsaydı, nasıl bir ilişkimiz olurdu, sohbet konularımız neler oldu mesela, bunu çok sık düşünüyorum.

Bu sene Türkiye’nin önde gelen yönetmenleri Emin Alper ve Özcan Alper, birbirinden etkileyici filmleriyle gündeme geldiler. Emin Alper’in “Kurak Günler”i ve Özcan Alper’in “Karanlık Gece”si birbirini tamamlayan ve konusu linç olan filmler. Belli bir güruhun hedef alıp topluca saldırdığı insanın linç karşısındaki yalnızlığı sizde nasıl bir his uyandırıyor?

Sizinle iki kimlikle konuşacağım. Birincisi, Ahmet Kaya’nın kızından ziyade linçe uğramış bir babanın evladı olarak, ikincisi ise Türkiyeli bir Kürt olarak konuşacağım. Bu iki kimliğimi tek bir histe buluşturan tarihsel bağlam var ama yaşattığı duygu birebir aynı değil. Ayrıca bugünkü duygumla babam linçe uğradıktan sonraki çocukluğumun duygusu farklı.

Nasıl bir fark bu?


Artık meselenin şahsi değil toplumsal, tarihsel, siyasal bir bağlamı olduğunu daha iyi görüyorum.

Babanız 10 Şubat 1999’da Magazin Gazeteciler Derneği ödül töreninde linçe uğradığında 13 yaşındaydınız. O zamanki duygunuz neydi?

Evin içinde bir şeyler oluyor, koşuşturmalar yaşanıyordu ama ne olup bittiğini pek anlayamadığımı hatırlıyorum. Tabii bizi korumaya da çalışıyorlardı. Fakat okulda konuşuluyordu, insanlar bir şekilde konuyu açıyordu ama ben tabloyu tam olarak anlamlandıramıyordum.

BABAM MUHTEMELEN BUNLARIN ARASINDA NE İŞİM VAR DİYE DÜŞÜNÜYORDU

Okulda kimler, ne konuşuyordu?

Okul servisinde bir öğrenci bana “siz hâlâ kaçmadınız mı Türkiye’den” diye sormuştu. Ulus’taki MEF okuluna gidiyordum ve o orası da dönemin Türkiye’sinde “elit” okullardan biriydi güya. “Niye kaçalım ki, ne oldu ki” diye düşünmüştüm. Zamanla olayın ayırdına vardım; dışarıda tanık olduğum bu tür konuşmalar, mahkemeler derken, zaten baba Şubat 1999’da çok kısa bir süreliğine cezaevine girdi. Ama cezaevi nosyonu bizde hiç yabancı olmadığı için korkmuyorduk. Annem daha uzun olmak üzere, o da, babam da önceden hapis yatmışlardı. Onların cezaevi arkadaşları, yoldaşları gelip gidiyordu eve. Mahpusluk anıları dillendiriliyor, sohbetler ediliyordu; kulağımız aşinaydı. Ama tablo bir çocuk olarak benim açımdan yavaş yavaş netleşiyordu. Sonuçta babam daha önce planlanmış yurtdışı turnesi için 16 Haziran 1999’da ülkeden çıktı.

Linç gecesinin video kayıtlarını ne zaman izlediniz?

Kayıtları çok çok sonra izleyebildim. Görüntüleri izlediğim zamanki duygumla şimdiki duygum paralel, ama aynı değil. Babamın o tür törenleri sevmediğini, gitmek istemediğini ama orada bulunmak zorunda olduğu için gittiğini biliyorum. O gece daha linç başlamadan, o mekâna girdiğinde, muhtemelen “benim bunların arasında ne işim var” diye düşünmüştür. Ödülü eline alıp “bu ödülü İnsan Hakları Derneği ve Cumartesi Anneleri adına alıyorum” demeye başladığında, zaten o salondakilerin artık anlamadığı bir dildi babamın konuştuğu. Memlekette olup bitenlerden bihaber, kendi fanuslarında yaşayan ama bazı kodlarla hareket eden insanlar vardı karşısında. O kodları düşününce, kolektif linç ortamının oluşumunun tarihsel, sosyolojik kökenlerine dair enteresan şeyler hissediyorsunuz.


TÜRKİYE’DE ÇOK CİDDİ BİR AZINLIKTA KALMA KORKUSU VAR

Nasıl?

Bu insanlar Ahmet Kaya’ya ideolojik bir donanımları var diye değil, kendilerine aşılanmış ve onları bu memlekette ayrıcalıklı kıldığını bildikleri kodlarla saldırdılar. Sonuçta ortaya çok ilkel, çok barbarca, çok aptalca bir saldırganlık çıktı, çıkıyor. Ne yaptıklarını bile idrak edemeden ama birbirlerinden güç alarak saldırganlaşan tek tek insanların toplu vahşetidir linç. Ayrıca bence Türkiye’de çok ciddi bir azınlıkta kalma korkusu var.

Bunu neye bağlıyorsunuz?

Yalnız kalmaktan, öteki olmaktan çok korkuyor Türkiye’deki insanlar. Bu, toplumun genlerine işlemiş bir korku. O yüzden azınlık veya öteki olana karşı da iyi hisler beslemiyorlar. Kendilerini onlarla özdeşleştiremiyorlar. Linç de buradan besleniyor zaten. ‘Yanımdaki kalkıyorsa, tekme atıyorsa, çatal fırlatıyorsa ben de aynısını yapmalıyım ki, yalnız, tek kalmayayım’ duygusu bu. Dolayısıyla linçe dâhil olanların birçoğu belki de aslında ne yaptığının farkında değil. 10 Şubat 1999’da Ahmet Kaya’ya yönelik linç sırasında yaşananlardan biri de buydu. Tabii öylesi bir kalabalık karşısındaki konuşmanın, içinde geçen “Kürt”, “Kürtçe” kelimelerinin nasıl derin bir yaraya parmak bastığı üzerine de, buna karşı ayaklanıp 10. Yıl Marşı okuyanların aciz, hazin durumu üzerine de düşünmemiz gerekiyor.

“ELİT”, “BEYAZ”, “ŞIKIR-ŞIKIR” KİTLE NASIL BİR ANDA BARBARLAŞTI?

Bunun üzerine düşündüğünüzde nasıl bir sonuca varıyorsunuz?

Türkiye’de popüler figürler için “topluma mal olmuş insanlar” deniyor. Bu rolü kaybetmemek için Ahmet Kaya’ya saldıranların oradaki acziyeti bence çok şeyi anlatıyor. Babamın konuşmasından sonra sahneye çıkanların o tarihselleşmiş fotoğrafına bakın; orada yekvücut olmuş insanların gücünü değil, acziyeti görürsünüz. O akşam o linçe katılanlardan birkaç tanesi, orada bulunduğunu bile inkâr edecek kadar acz ve utanç içinde. Ama tarih orada, fotoğraf orada ve tarihe geri dönüp onu yeniden yazamayacakları gibi, bu utanç da onların alnından asla silinmeyecek. O linç korosuna katılanlar ne kadar pişman olurlarsa olsunlar, bu pişmanlıkları onları, dâhil oldukları fotoğraftan çıkarmaya yetmeyecek. Sözüm ona “elit” ve “beyaz”, “şıkır-şıkır” bir kitle nasıl bir anda barbarlaştı? Bunların Kürtçe şarkı seslendireceğini söylediği için bir sanatçının üzerine çatal-bıçak fırlatmasını hiçbir aydın akla anlatamazsınız.

Linçci gruplara dair analizlerde tek tek bireyin aklının değil, o anki topluluk “aklının” işlemeye başladığı söylenir…

Orada ortak bir akıl var ama bilinç yok. Peki bilinçsizlik, o ortak akla ve linçe dâhil olanları işledikleri suçtan sıyırır mı, elbette hayır. Çünkü o “ortak akla” dâhil olmanın kendisidir mesele. “Herkes öyle yaptığı için ben de öyle yaptım” diyemezsiniz. Çünkü siz tek tek öyle yapmasaydınız, o “herkes” zaten olmayacaktı. Dolayısıyla herkes kendi kişisel tarihinden sorumludur ve o insanlar da hayatta oldukları sürece o akşam yaptıklarından sorumlu olacaklar. Ahmet Kaya’ya attıkları çatallar onları kovalamaya devam edecek. Neden o anda “ben şu an ne yapıyorum”, “benim bu sahnede, bu koroda, bu linçte ne işim var” diye sormadınız?

LİNÇ ÜZERİNE ARAŞTIRMAYA GİRİŞMENİN HİSLERİMİ KÖRELTECEĞİNİ DÜŞÜNÜRÜM

O akşam bu muhasebeyi yaparak linçe dâhil olmayı reddeden Savaş Ay, Mehmet Aslantuğ gibi isimler var ama Kürt olduğu halde linçe dâhil olanlar da var…

Linç olayı içinde yer alan malum Kürtler benim açımdan büyük bir parantez değil. Karşındaki insan Kürtçe şarkı yapacağını söylediği için linç edilirken “bakın, ben onun gibi değilim” diye çırpınma ihtiyacı hissetmek hakikaten varoluşsal bir sorundur, kimlik sorunudur da. Kendileriyle şu an nasıl bir muhasebe içindeler? Kürt halkının gözünde onlar nasıl bir pozisyonda görülüyor? Dediğim gibi, burada mesele Kürt olup olmamaktan ziyade, insan kalabilmek. Mehmet Aslantuğ ve Savaş Ay’a baktığımda insan olma gerekliliğini ve onun pratiğini görüyorum, ötesi değil.

Türkiye’de daimi ezilenlerin yanı sıra kendisini devletin esas sahibi olarak gören ayrıcalıklı kesimler de var. Bu kesimle belli dönemlerde ayrıcalıklarını kaybediyor veya kaybetme korkusu yaşıyor, dolayısıyla da kendi krizlerini karşısındakine yönelik bir reaksiyona, hatta kine dönüştürebiliyor. Linçin arkasında bu kinin yattığını söyleyebilir miyiz?

Olabilir ama ayrıcalıklı pozisyonda ve hatta hayatta kalma korkusu başkasının hayatına kastetmeyi meşrulaştıramaz. Master tezimi çifte damgalanmayla karşı karşıya kalan gayrimüslim eşcinseller üzerine yapmıştım. Bu insanların zaten yalnızlaştırılmış toplulukları içindeki yalnızlıklarını ve damgalanmayı tartışırken gördüğüm üzere, her zümrenin içinde, bireye inene kadar, katman katman yayılan mikro iktidar alanları var. Yani azınlık veya ezilen olmak da kendi içinde ayrımcı pratikleri ortadan kaldırmıyor. Evet, bu ülkede bir dönem İslamcılar ya da muhafazakarlar, şu sıralar Kemalistler baskılarla karşılaştılar ama bu deneyim de onları, daimi baskı altındaki Kürtlerle empati geliştirmeye yöneltmedi. Ben tam da bunun üzerine düşünmemiz gerektiğini söylüyorum. Babama yönelik linçe ortak olan hiç kimsenin, o sırada “bir gün ben de linç edilen olabilirim” düşüncesi taşımaması çok acayip değil mi?

Arkanızda çok sayıda kitap görüyorum. Hangi konulara, ne tür kitaplara ilgi duyuyorsunuz?

Edebiyatı genel olarak çok seviyorum. Zaten halihazırda içinde olduğum, yaşadığım meselelere dair ise doğrusu çok fazla okumuyorum. Örneğin oturup da “linç nedir, nasıl bir şeydir”i anlamak için okumadım. Çünkü onun ne olduğunu, sonuçlarının nasıl şekillendiğini deneyimledik, gördük. Fransa’da yüksek öğrenimimi tamamladım ve buradaki akademide, yüksek lisans veya doktora tezi için bulduğunuz hoca genelde çalışacağınız konunun ehli olmaz. Çünkü sizinle çalışmayı kabul eden hocanın maksadı biraz da sizinle birlikte o bilmediği konuyu öğrenmektir. Bu ekolden geldiğim için hakkında pek fikrimin olmadığı meseleler üzerine okumaya daha eğilimliyim.

Müzikte de öyle mi?

Müzikte daha çok böyle. Çok müzikli, çok enstrumanlı, bol şarkılı bir eve doğdum. Babam müziğe ısınmam maksadıyla piyano dersleri almamı istediği için uzun süre klasik piyano çaldım. Ama neticede benden bir müzisyen olmadı. Tam da dediğim gibi zaten müzik, sanat, edebiyat ve siyaset konuşulan bir atmosferde büyüdüğüm için, müziği profesyonel işimin odağına koymadım.

BABAMIN İÇ DÜNYASINDA KÜRTÇE SÖYLEME ARZUSU HEP VARDI

Evinizde ne tür müzikler dinlenirdi?

Iron Maiden’dan Victor Jara’ya, Janis Joplin’dan The Doors’a, Ruhi Su’dan Aşık Mahzuni’den Şivan Perwer’e, Koma Amed’e kadar çok farklı müzik türleri dinlenirdi. Bir ara babam Joe Cocker’ı öyle çok dinlerdi ki, evde bazı şarkıları onun gibi söylemeye başlamıştı. Dikkatli bir dinleyici “İçimde Ölen Biri Var” şarkısında benzer vokal tekniğinin yansımasını rahatlıkla fark edebilir. Kürtçe, Türkçe müzik ve halk türküleri de vardı evimizde, caz ve klasik müzik de. Annem Alevi olduğu için Alevi deyişleri de dinlenirdi tabii. Babam Miles Davis’i çok dinlerdi. Müzik hâlâ hayatımın çok önemli bir parçasıdır.

Babanızı ancak 1999 yılında Kürtçe şarkı söylemeye getiren şey neydi? Kürtçe söylemek o zamana kadar ertelenmiş miydi, yoksa nihayet o zaman mı söylemeyi arzu etmişti?

Bence babamın iç dünyasında Kürtçe söyleme arzusu hep vardı. Zaten Kürtçe bilmemenin yarasını hayatı boyunca hep içinde taşıdı. Bununla çok hesaplaştı ve bence 10 Şubat akşamındaki çıkışı da biraz bu iç hesaplaşmasının dışavurumuydu. “Ben bir Kürdüm ve yirmi sene boyunca size Türkçe şarkılar söyledim… Sizin anadilinizde söyledim. Çünkü bu ülke bana kendi dilimi öğrettirmedi.” Bunun yarasını taşıyordu. Ayrıca bence kendi ruhuyla örtüşen bir şarkı bulması da zaman aldı.

Neden?

Xosnaw Tilli’nin “Karwan”ını bulup okuyunca, bu şiirin kendi ruhuyla ve müzikal tarzıyla çok örtüştüğünü hissetti sanırım. Dolayısıyla bence söyleyeceği ilk Kürtçe şarkıyı bulması da ayrı ve uzun bir yolculuktu. Yani babamın Kürtçe şarkı söylemek için 1999’a kadar beklemesinin ardında birden çok sebep vardı bence. Ama en büyük sebep anadiliyle arasına konmuş bariyerdi. Zaten anadilini konuşamıyor olmanın canını ne kadar yaktığını her zaman dile getirirdi.

BABAMIN DİSKOGRAFİSİ OTOBİYOGRAFİSİ GİBİDİR

Derya Bengi, Ahmet Kaya müziği hakkında şöyle yazıyor: “Şafak Türküsü”yle birlikte, Ahmet Kaya şarkılarında daha pek çok örneğine rastlanacak iki ana tema ortaya çıkar: Hapishane ve anne. ‘Şafak Türküsü’, 1986 baharında çıkan aynı adlı albümde yer alır. Etkisi sol çevrelerle sınırlı kalan 1985 tarihli ilk iki albümünden sonra, bu üçüncü albümü, 12 Eylül yaralarını sarmaya çalışan toplumun geniş kesimlerinde yankı uyandırmıştır. 1988’de bestelediği, Cumhuriyet öncesi döneme ait ‘Uçun Kuşlar Uçun’ (Rıza Tevfik) şiirinde ‘Feryadıma karşı aksiseda yok’ dizesi geçer. 1985-89 arasında yedi albüm yayınlayan Ahmet Kaya, feryadına karşı asıl aksisedayı, belki yaşı ermediği için 12 Eylül’ün zulmüyle doğrudan yaralanmaktan yırtmış ama bir ufuk çizgisinden, bir çıkış yolundan yoksun kalmış genç kuşakta bulmuştur. Can Kozanoğlu, Kaya’nın müziği üzerine şunları yazar: ’70’li yıllardan miras bir mağduriyet hissini içinden atamayan ‘eskiler’e pek seslenmedi o müzik. 70’lerin sonunu 80’lerin sonuna tercih edecek yepyeni bir kuşağı yakaladı. Yoksul mahallelerin, sofraya kıyısından köşesinden ilişebilme umudunu bile yitirmiş, Küçük Emrah’tan dinledikleri ‘Nasıl isyan etmem’ şarkısını bir adım geçip ‘nasıl isyan ederim’ derdine düşmüş gençlerini kaptı götürdü.’”

Dışarıdan bir gözle bakıp söylersem, müzikal ve politik analize girmeden önce Ahmet Kaya’nın sokağın dilini çok iyi kullandığını söylemeliyim. Bu belki de anadilini konuşamıyor oluşunun başka türlü bir telafisiydi ama sonuçta kendisi de sokaktan gelmişti. Şarkılarına yansıttığı her şey, onun gerçekliğiydi. Zaten Ahmet Kaya’nın diskografisi otobiyografisi gibidir.

BABAM “HERKES BENİ SEVSİN” DERDİ OLMADIĞI İÇİN DİNLEYİCİSİYLE SAHİCİ BİR BULUŞMA GERÇEKLEŞTİRİYOR

Peki şarkılarının bu kadar geniş ve farklı kesimlerde karşılık bulmasının arkasındaki şey nedir?

Bence en büyük tılsım onun da sokaktan geliyor olması. Gerçekten de kalbi sokakta atan birisiydi babam. Ayrıca 4,5 sene Metris’te politik tutsak olarak yatmış, 12 Eylül’ü yaşamış annemin de babam ve müziğinin üzerinde doğrudan etkisi var. Derya Bengi ve Can Kozanoğlu’nun tespitleri üzerine düşününce, elbette ’68 ve ’78 kuşaklarının başka bir örgütlülük yapısı, başka bir zihin dünyası olduğunu hatırlamamız gerekiyor. Ahmet Kaya o kuşakların zirvede olduğu değil, ezildiği bir dönemde ortaya çıktığı için kendinden önceki değil, sonraki kuşağa daha fazla hitap etti. Zaten başlarda müziği çok yadırganıyor, “bu arabesk mi, ne bu” deniyor. Tonu, sözü, bağlamayı kullanış şekli bir forma da çok oturtulamıyor. Kızı olarak değil, dinleyicisi olarak baktığımda Ahmet Kaya’nın da kendisini bir kalıba sığdırma veya bir yere yaranma derdinde olmadığını düşünüyorum. “Solcular beni sevsin” veya “şu kuşak beni sahiplensin”, yahut “herkes beni sevsin” derdinde olmadığı için, zamanla aslında kendi dinleyicisiyle çok sağlıklı, sahici bir buluşma gerçekleştiriyor.

Sizce babanızın politik duşunu besleyen temel derdi neydi?

Babam aslen Adıyaman-Çelikhanlı ama Malatya’da doğmuş ve henüz çocuk diyebileceğimiz bir yaştayken ailesiyle İstanbul-Samatya’ya göç etmişler. Dolayısıyla çokkültürlülükle beslenmiş. Ailesi de kendi dönemine ve içinde bulunduğu atmosfere göre, klasik bir işçi ailesinden belki daha modern ya da cesur. Klasik bir işçi ailesinde ebeveynler çocuklarının memur olmasını isterken, dedem gidip babama bağlama alıyor. Samatya’ya göç edince Ermenilerle tanışıyor, bir Ermeni’nin plakçısında çalışmaya başlıyor ve orada uzun saçlı, geniş paçalı Blue Jean’li devrimcilerle tanışıyor. Devrimcileri de yine sokakta tanıyor, o kültürün sokağa yansıyan haliyle karşılaşıyor. Onun geçtiği yerleri kuşbakışıyla izlediğimizde, derdinin ne olduğunu doğrudan anlatabilmekten çok, hissedebiliyoruz. Hakkâri deyince, Botan, Serhat bölgesi deyince insanın aklına dengbejler geliyor. Ama Ahmet Kaya’nın hikâyesi o nehrin yatağında akmadığı için, birçok mesele doğrudan sokakta kendi hayatına bağlanıyor ve ortaya eklektik bir şey çıkıyor. Babamın Kürt kimliğini yaşayışının da daha aykırı, daha çizgi dışı olması bununla ilgili olabilir. Müziği de hakeza öyle.

“KÜRTLER, TÜRKLER, SOLCULAR, SAĞCILAR SEVMİYOR. PEKİ KASETLERİMİ ALAN MİLYONLARCA İNSAN KİM” DİYE SORARDI

Solla ilişkisi de öyle değil mi?

Tabii, solla ilişkisi de genel kalıpların dışında kalıyor. Sonuçta tüm bunlardan dolayı da kendisini hiçbir yere ya da topluluğa beğendiremiyor. “Kürtler beni sevmiyor, Türkler beni sevmiyor, solcular beni sevmiyor, sağcılar zaten sevmiyor. Peki benim kasetlerimi alan bu milyonlarca insan kim” diye sorardı.

Express dergisinden Merve Erol Ahmet Kaya üzerine yazdığı bir yazıda şu tespiti yapıyor: “1990’larda Türkiye’deki ‘düşük yoğunluklu savaş’ın dozu yükselirken, faili meçhul cinayetler, zorunlu göç, kontrgerilla faaliyetleri artarken Kürt kimliğini giderek daha fazla vurgulamasına rağmen dinleyicileri de çok çeşitlenmişti. Öyle ki şu anonim sözün gerçekliğinden kimsenin şüphesi yoktu: ‘Solcuların son sesle, İslâmcıların kısık sesle, ülkücülerin gizlice dinlediği bir efsanedir Ahmet Kaya.’”

Yüzüne baktığınızda arkasını görebileceğiniz kadar şeffaf, hayatında hiçbir şeyin risk hesabını yapmayan insanların hali, karşılarındakine çok rahat geçer. Fransızların meşhur müzisyeni Serge Gainsbourg’u dinlediğinizde, onun hesapsız-kitapsızlığı da size geçer. Onun duygusunu alır ve kendi duygularınızla özdeşleştirirsiniz. Ahmet Kaya fenomeninde de bu çok geçerli.

BABAM PARİS SOKAKLARINDA KIRGIN VE YALNIZDI

Babanızın bu hali, onu kötücüllük karşısında daha kırılgan yapmış olabilir mi? 10 Şubat 1999’da karşılaştığı linçin onun üzerinde yarattığı tesiri böyle okuyabilir miyiz?

Tabii ama babam aynı zamanda çok yalnız bırakıldı. Bir gün insanların sevgisinden, ilgisinden dolayı sokakta yürüyemezken, ertesi gün aynı sokakta, muhtemelen aynı insanlar, karşınızda durup 10. Yıl Marşı, İstiklâl Marşı okuyor veya size küfrediyorlar. Bu gaddarlaşmanın yarattığı hayal kırıklığını, yalnızlık duygusunu düşünebiliyor musunuz? Bir insanın hayatı bir gecede nasıl, neden bu kadar değişebilir? Önceki gün herkesin sevgilisiyken, ertesi gün bütün ülkenin nefret objesine dönüştürülmek, üstelik de sadece anadilinde tek bir tane şarkı 

söylemek istediği için bunu yaşamak Ahmet Kaya gibi birinin taşıması zor bir kötücüllüktü. Üstelik bu kötücüllük, bir daha geri dönemesin diye sürgün döneminde de devam etti. Babam Paris sokaklarında kırgın ve yalnızdı.

Peki babanızın yalnızlığında, kırgınlığında, hayal kırıklığında dostlarının da payı var mı?

Kesinlikle var. Babamın çok yalnız bırakıldığını şahidim. Etrafında birkaç dostu dışında kimse yoktu. Yanında olması gerektiğini düşüneceğiniz ya da yanında olduğunu sandığınız kişiler tarafından da yalnız bırakıldı. Bütün bunların yarattığı müthiş bir kalp kırıklığıyla gitti babam.

BABAMIN TÜRKİYE’YE DÖNÜP HAPSE GİRMEYE VAKTİ OLMADI

Avrupa’daki Kürt diasporasının babanıza ilgisi nasıldı?

Kürtlük dediğiniz kimlik bir anlamda doğası gereği sürekli sürgün olmaktır. Doğdukları toprakları terk etmemiş olan Kürtler bile oldukları her yerde sürgün gibi yaşamaya zorlanmışlar. Ama tabii Türkiye’de Kürt olmakla diasporada Kürt olmak arasında dağlar kadar fark var. Eğer sürgündeyseniz ve dönemeyeceğinizden eminseniz, onun duygusu çok daha yoğun. Babam Paris’e geldiğinde, onun buradaki Kürt dostları zaten çok uzun bir süredir sürgünü içselleştirmiş durumdalardı. Dolayısıyla onların duygusuyla, sürgünlüğü kabullenememiş olan babamın duygusu kısa sürede birleşemedi. Babamın Paris’te çok sık görüştüğü, değer verdiği, sevdiği dostları vardı. Ama bu, yalnızlığını bitirmeye yetmiyordu.

Türkiye’de en çok neyi özlüyordu?

İstanbul’u, oradaki yaşamını, ailesini, bizleri çok özlüyordu. Burayla uyuşamadı, Paris’teki ruhla buluşamadı. Türkiye’deki gibi diasporadaki kalıplara da sığdıramadı kendisini. Ne Türkiye’de kalabildi ne de burada yaşayabildi. Hepi topu bir sene kaldı burada. Normalde buralara siyasi nedenlerle gelenler dönemeyeceklerini bir süre sonra kabullenirler. Ama babam kabullenemedi. Zaten hayatta kalsaydı, muhtemelen bir gün döner ve hapse girerdi. Maalesef buna vakit olmadı.

ÖZRÜN MUHATABI OLMAK BENİ İYİ HİSSETTİRMEZ, DAHA DA İNCİTİR

İleriki zamanda Ahmet Kaya’ya yönelik linç kampanyasında yer alan bazı isimler özür diledi. Siz bu özürleri kabul ediyor musunuz?

Biz gaddar insanlar değiliz. Fakat affetmesi gereken de sadece biz değiliz; Ahmet Kaya’yı seven milyonlarca insan var. “Bugün Ahmet Kaya konserine gitme ihtimalim elimden alındı” diyen insanlar bu özürler hakkında düşünüyor acaba? Ayrıca ilk linç gecesinden sonra babam hayattaydı ve herkesin gözü önünde devam etti bu linç. O süreçte neden çıkıp özür dilemediler? Bana “babanı öldürdük, özür dileriz” denebilir mi? Bu cümle daha ağızdan çıktığı anda boşlukta sallanmaya başlıyor ve kendi kendini anlamsızlaştırıyor. Özür belki iyi niyetlidir ama onun muhatabı ben olduğumda bu, “babanı öldürdük, özür dileriz” olarak yankılanıyor ve özür daha dilenirken manasızlaşıyor. Dolayısıyla aileyi affedip etmeme pozisyonuna sokacak bir ”faille helalleşme” diyalogu benimle kurulamaz. Böylesi bir özrün muhatabı olmak beni iyi hissettirmez, daha da incitir. Ahmet Kaya’ya yönelik linçe dâhil olanların özürlerinin muhatabı ben değilim.

O halde bu linçe dâhil olanlar için herhangi bir kapı yok mu?

Milyonlarca insanın “siz bu adama bunu niye yaptınız” sorusuna ikna edici bir yanıt verilebilir mi? Eğer bu mümkünse, belki kapı vardır ve belki ancak ondan sonra özür havada kalıp anlamsızlaşmak yerine kendine bir yer, bir muhatap bulur.

Bu açıdan “linç edilenden özür dilenemez” mi diyorsunuz?

Hedef alınmış kişi öldükten sonra özrün bir anlamı kalır mı?

BABAMIN 80’LERDEKİ ŞARKILARI BUGÜNKÜ SİYASİ İKLİME DE TERCÜMAN OLUYOR

Aslında bir yandan Türkiye’nin gündeminden hiç düşmeyen, yaşayan, yaşatılan, evlerde, sokaklarda, sosyalleşme mekânlarında sesi sürekli yankılanan bir Ahmet Kaya da var…

Babamın diskografisi içinde türler arası geçişi çok görürsünüz. Rock da söyler, halk müziği de, Azerice de söyler, Alevi deyişleri de… Klişe ama Türkiye halklarına hitap eden ve onları ortak duyguda yakalayabilen bir müzik yaptığı için herkes onda kendinden bir şey buluyor. Derya Bengi’nin dediği gibi anneye hasret de vardır onun müziğinde, sevgiliye duyulan aşk da. Hapishaneden, ezilmişlikten, başkaldırıdan, sürgünden, mültecilikten, Kürt dağlarından bahseder. Anlattıkları çok gerçek ve çok içeridendir. Hepimizin evinin içidir; akşam yastığa başımızı koyduğumuzda düşündüklerimizin, hissettiklerimizin şarkılarıdır onunki. Ahmet Kaya evimizdir aslında, dolayısıyla sesinin sürekli yankılanması tesadüf değil.

Sizce bunu nasıl yapabildi?

Hepimizin bildiği kalıpların, müzik matematiğinin dışına çıkması onu özel kılıyor belki de.

Bunun nedenlerinden biri de, babanızın müziğini ürettiği siyasal ve toplumsal koşullardaki devamlılık olabilir mi?

İlk bakışta hepimizin aklına bu geliyor ama bence Ahmet Kaya müziğinin özel yanını sadece bununla açıklamak haksızlık olur. Elbette onun müziği protesttir ve sistemle bir derdi var. Meselesi olan şarkılar yaptı. Ama onun müziğinin bunun ötesinde de bir gerçekliği var. Sonuçta o, kafamızın iç sesini, bazen aile üyeleri olarak bile birbirimize nasıl söyleyeceğimizi bilemediğimiz duyguları, düşünceleri, hisleri şarkı olarak söylüyordu. Bence birbirinden farklı milyonlarca haneye girebilmesinin sırrı burada. Tabii ki bizler Türkiye’de tarihin ha bire tekerrür ettiğini hissettiren, böylesi döngülerden geçen halklarız. O nedenle Ahmet Kaya’nın 1980’lerde yaptığı şarkılar bugünkü siyasi iklime de tercüman oluyor. Aynı şekilde toplumsal kodlar da kolay kolay değişmiyor. Sürgünlüğü düşünün mesela. 1980’lerdeki politik sürgünlerin bir benzerini bugün yaşıyoruz. Son yıllarda on binlerce Türkiyeli yurtdışına çıkmak zorunda kaldı. Anne teması hakeza. Hâlâ on binlerce anne hapishanelerin önünde çocuklarını bekliyorlar. Hâlâ anneler çocuklarının ölü bedenlerini, kemiklerini bulmak için bekliyorlar. Cumartesi İnsanları hâlâ sokaktalar.

YAŞASAYDI BELKİ EZHEL GİBİ GENÇLERLE BİR ŞEYLER YAPMAK İSTERDİ

Siz Ahmet Kaya müziğini sıklıkla dinler misiniz?

Tabii ki, hâlâ bir derdimi dillendiremediğimde açar Ahmet Kaya’yı dinlerim ve o benim yerime konuşur. Onun müziğinin ilginç bir büyüsü var. Bu toplumu ve onun bireyini çok iyi tanıyan, damarlarına kadar çözmüş bir müzik insanı olduğunu düşünüyorum Ahmet Kaya’nın.

Sizce Ahmet Kaya bugün yaşıyor olsaydı, müzik yolculuğu nereye evrilmiş olurdu?

Bazen bunu ben de düşünüyor ve düşündükçe de çok üzülüyorum. Çünkü biz bu açıdan da bir çok şeyden mahrum bırakıldık. Çok güzel sözler yazacak, besteler yapacak, şarkılar söyleyecekti. Kendi zamanında da cesurdu ama yaş aldıkça müzikal anlamda belki daha da cesur işler yapacaktı. Ayrıca dijital çağdan geçiyoruz ve onun bu çağa nasıl uyum sağlayacağını da hep merak ederim. Muhtemelen çok deneysel işler yapacaktı. Ezhel gibi protest müzik yapan genç sanatçılarla belki bir şeyler yapmak isterdi, kendi üslubuna yakın bulabilirdi onu.

RUHİ SU BABAMA “BAĞLAMA BÖYLE ÇALINMAZ, SENDEN DE BİR ŞEY OLMAZ” DEMİŞ

Peki sizce şarkılarının başka sanatçılar tarafından seslendirilmesini nasıl karşılardı?

Genelde Tribute albümler çok eleştirilir. Çünkü dinleyici genelde şarkıyı ilk duydukları sanatçının sesinden dinlemeye devam etmek isterler. Ama bence babam başka sanatçıların onun şarkılarını farklı yorumlayarak okumasından çok mutluluk duyardı. Bir şarkının ne kadar farklı söylenebileceğini, bu konudaki seçeneklerin sonsuz olduğunu görmekten zevk alırdı. Zaten deneyselliğe çok açık bir sanatçıydı. Evde sürekli denemeler yapardı. Babam henüz albüm çıkarmadan, bir gün Ruhi Su’nun kulisine gidip bağlamasını çalınca, Ruhi Su ona “bağlama böyle çalınmaz, senden de bir şey olmaz” demiş. O yüzden ilk konserinin adı “Bağlama böyle de çalınır”. Zaten bu bile müzikal yolculuğunun daha başında onun deneysellikten aldığı zevke, kalıpları aşma isteğine dair çok şey anlatıyor.

BABAM HAKKINDA İYİ BİR FİLM YAPILSA BUNA NEDEN ENGEL OLALIM?

Yakın zamanda Ahmet Kaya hakkında bir film çekildi ama ailesi olarak sizin itirazınız üzerine bu filmin yayınlanması engellendi. Daha önce de benzer birkaç hadise yaşanmıştı. Sizin bu konudaki hassasiyetinizin kaynağı nedir?

Ahmet Kaya’nınki çok bıçak sırtı bir hikâye ve iddialı olacak ama onun hikâyesini anlatmak da hiç kolay değil. Elbette bir noktada insanlara “sen yazma”, “sen çekme”, “sen söyleme” diyemezsiniz. Fakat bu yapılacaksa da, bazı normlar ve ilkeler dâhilinde yapılmalı. Ahmet Kaya’nın hikâyesini doğru biçimde anlatmayan bir filme karşı çıkmak, ailesi olarak en doğal hakkımız. Filmi yapan insan aynı şeyle karşılaşsa, ona biri çıkıp “senin baban öyle değil, böyleydi ve onu şöyle anlatacağım” dese, kabul eder mi? Kaldı ki zaten yıllardır Ahmet Kaya hakkındaki yanlış algılarla mücadele ediyoruz. Bizi bu noktaya sürükleyen de onun yanlış algılatılmasıydı. O nedenle de bu konuda hassasiyetlerimizin olması doğru anlaşılmalı. Ayrıca biz ailesi olarak buradayız, hayattayız. Gelip bizimle konuşmadan, bizi dinlemeden Ahmet Kaya hakkında edindiğiniz bilgiler ne derece doğru olabilir ki?

Ahmet Kaya üzerine film çekilmeden önce gelip sizinle konuşulmadı mı?

Hayır. Babam hakkında iyi bir film yapılsa, biz buna ikna edilsek, niye engel olalım? Bazı insanlarda acımasızlığın ve pervasızlığın sınırı yok. Sanki biz bu tür itirazları filmleri yapanlardan bir ücret talep etmişiz de karşılığında “parayı az bulduğumuz için” yapıyormuşuz algısı oluşturuyorlar. Biz ne yapalım senin paranı? Hayır, Ahmet Kaya’nin hikâyesi her yöne çekilebilir, istismar edilebilir; o yüzden çok temkinli davranıyoruz.

Siz hiç Ahmet Kaya filmi çekmeyi düşündünüz mü?

Düşünmedim. Elbette bir gün Ahmet Kaya’nın ruhuyla uyuşacak bir proje, bir sinemacı çıkacaktır ve o zaman geldiğinde bu filmi görmeyi çok isterim. Ama henüz filmin zamanı olmadığını düşünüyorum.

FİLM ÇEKİLDİĞİNDE HİKAYE BİTMEZ AMA DOĞRU ZAMANI BEKLEMEK LAZIM

Ahmet Kaya filmi çekildiğinde defter kapanacakmış gibi mi hissediyorsunuz?

Belki. Gerçi film çekildiğinde hikâye bitmez ama gerçekten doğru zamanı beklemek lazım. Çünkü aradan 22 sene geçtiği halde, sadece kızı olarak benim açımdan değil, toplumsal olarak da hâlâ çok yeni, çok tazedir Ahmet Kaya’nın acısı.

Bu acının taze kalmasını neye bağlıyorsunuz?

Çünkü çok büyük bir haksızlık vardı. Çok zor, çok genç bir ölüm. 43 yaşında, sürgünde kalp krizinden ölmek çok haksız bir ölüm. Hiçbir suç işlemeden üstelik. Dolayısıyla toplum nazarında da sindirilememiş bir acı bu. “Ahmet Kaya yaşıyor, İtalya’da şu anda, zayıfladı, sakallarını kesti, gördük onu” gibi hikâyelerin arkasında da bu sindirilememiş acı yatıyor.

ahmetkaya.jpg

AHMET KAYA YAŞASAYDI BUGÜN DE SÜRGÜNDE, HAPİSTE OLABİLİRDİ

Tayyip Erdoğan’ın Ahmet Kaya’ya olan ilgisi, şarkılarını dinlerken gözyaşı döktüğü biliniyor. Peki Ahmet Kaya bugün yaşasaydı, Erdoğan’ın politikalarına nasıl yaklaşırdı sizce?

Muhakkak yine kendine özgü bir biçimde bu dönemi yorumlar ve bireysel tavrını koyardı. Ahmet Kaya yaşasaydı belki bugün de sürgünde, hapiste olabilirdi. O yüzden Ahmet Kaya’nın ne yaşadığını, neden yaşadığını, ona neden bunların yaşatıldığını tekrar tekrar hatırlamalıyız. Aslında “baban yaşıyor olsaydı, şu konuda ne düşünürdü, ne yapardı” diye sorulduğunda vereceğim yanıttan da çok emin olamıyorum. Çünkü ben Melis olarak onun adına konuşamam. Babam ezber bozan, şaşırtan bir insandı. Hakkını teslim edebilmek için onu doğru okumak lazım. Onun linç edilişiyle, o linçciliği besleyen toplumsal, siyasal meselelerle iyi hesaplaşılması, dersler çıkarılması lazım.

KAFASINI HER KALDIRDIĞINDA BASTIRILMIŞ, YARALI BİR TOPLUM GÖRÜYORUM

Uzun yıllardır Paris’te yaşıyor ama Türkiye’yi sürekli takip ediyorsunuz. Oradan bakınca Türkiye toplumu nasıl görünüyor?

Nerede yaşarsam yaşayayım, İstanbul’da doğup büyümüş biri olarak kendimi bu toplumun dışında tutarak konuşamam. İçinden geçtiği tüm tarihsel bağlama, özellikle cumhuriyet tarihine baktığımda; kafasını her kaldırdığında bastırılmış, sürekli geriye doğru itilmiş yaralı bir toplum görüyorum.

Bu yara nasıl geçer sizce?

Toplumun katmanları ve halklar arasına konmuş uçurumlar iyileşmeyi engelliyor. Ama katı olan her şey buharlaşır ve kangrenleşmemiş her yara iyileşir. Eleştirdiğimiz şeye dönüşmemeyi başardığımız sürece yeni bir hayat, yeni bir ülke kurabiliriz. Maalesef biz Türkiye’de henüz bunu başaramıyor, eleştirdiğimiz şeye dönüşmekten sıyrılamıyoruz. Bundan sıyrılmak, doğru bir yakın tarih okumasıyla, geçmişten ders çıkarmakla mümkün olabilir. Birbirimizi daha iyi dinlediğimizde, geçmişten doğru dersler çıkardığımızda başarabiliriz. Başka bir şansımız yok.

BİZİMLE YÜRÜYÜP ‘KÜRD’Ü KÜRT'TEN DAHA İYİ TANIRIM’ DİYEN İNSANLAR DA BİZİ DİNLEMİYOR

Ahmet Kaya hemen her konseri öncesinde buna benzer temenni ve önerilerde bulunuyordu ama bunlar karşılık bulmadı. Bu umudunuzu kırmıyor mu?

Umudumuzu yitirirsek yaşayamayız. O idealizmi içimizde yaşatmak, bunun gerçekleşmesi için daha fazla çalışmak zorundayız. Aksi halde karamsarlığın hüküm sürdüğü bir dünyaya hapsoluruz. Daha çok okumak, daha çok dinlemek lazım. Dinlemek pasif bir eylem olarak görülür ama konuşmaktan daha zordur. Bu zoru da başarmalıyız. Yanımızda ‘Kürdü Kürt’ten daha iyi tanırım’ diyen bir zümre var. Siyaseten de bizimle beraber yürüyen bu insanlar da bizi dinlemiyor. Ha bire bize hitaben konuşuyorlar. Kürd’ü hiç dinlemeden derdini anlayamazsın. Bu, teoriyle anlaşılacak bir mesele değil ki! Bir Kürd’ün, bir Ermeni’nin, bir eşcinselin bireysel ve toplumsal travmalarını dinlemeden onun adına veya ona hitaben konuştuğun zaman, sözün hükmü, kıymeti kalmıyor.

12 Eylül vahşetinden geçen bazı ebeveynlerin çocuklarını muhafaza etmek adına politikadan uzak tuttuğu söylenir. Siz de benzer bir korumacılıkla karşılaştınız mı?

Hiçbir zaman “aman kızım Kürt olduğunu söyleme, başına iş gelir” gibi bir uyarıyla karşılaşmadım. Annem de, babam da çok baskın karakterler ve oturup “bu çocuğu şöyle yetiştirelim, şöyle yönlendirelim” gibi bir pedagoji kurduklarını da sanmıyorum. Meşhur bir sanatçının çocuğu olmanın getirdiği bir “elbebek -gülbebek” hâli de pek yaşamadım. Çok konuşarak değil, çok dinleyerek büyüdüm ve dinlediklerimi de içselleştirdim. Biraz da kendi kendime bireyleştim.

Politik olarak sizi şekillendiren şey neydi peki?

Dünyanın neresinde olursam olayım, özgürlük, insan hakları ve demokrasi değerleri benim açımdan temel kaideler. Çünkü özgürlük, insan hakları ve demokrasi yoksunluğunun ceremesini çok çekmiş bir ülkede büyüdüm. Dolayısıyla hayattaki duruşumu da bu değerler ve tabii ilkesellik belirliyor.

SÜRGÜNDE OLUP DÖNEMEYENLER DE TÜRKİYE’Yİ TERK ETMİŞ DEĞİL

“Kürtlük dediğiniz kimlik bir anlamda doğası gereği sürgünlüktür” demiştiniz. Bir gün Türkiye’ye dönmeyi düşünüyor musunuz?

Kavafis’in “Yeni bir ülke bulamazsın/ başka bir deniz bulamazsın/ bu şehir arkandan gelecektir” diye bir dizesi var. Sürgünde olup da dönemeyenler de Türkiye’yi terk etmiş değiller. On yıllardır sürgünde yaşadığı halde insanların hâlâ biricik gündemi Türkiye. Ben de evet, Paris’te yaşıyorum, burada bir hayat kurdum ama asla dönmeyecekmiş gibi yaşamıyorum. Öte yandan siyasi nedenlerle dönememek ile istediği zaman dönebilmek arasındaki muazzam farkı da unutmamak lazım. Dönemeyecek olmayı bilmenin yarattığı duygunun ağırlığını yaşamadığım için bu konuda bir şey söyleyemem.

Az önce söylediğiniz gibi, son yıllarda da Türkiye’den Avrupa’ya çok sayıda insan sürgün edildi. 1980’lerde, ’90’larda gelenlerle yeni sürgünlerin koşulları arasında bir fark gözlemliyor musunuz?

Kesinlikle mukayese yapmak istemiyorum, çünkü her sürgünün kendi içinde ayrı bir yük taşıdığını biliyorum. Fakat örneğin babamınki çok ağır, çok yalnız bir sürgünlüktü. Burada etrafında çok az insan vardı. Fakat özellikle 2015’ten itibaren sürgüne gelenler o kadar yalnız değiller. İyi ki bu yükü tek başlarına sırtlanmak zorunda kalmıyor, birbirlerine omuz veriyorlar. Birbirlerinin düşmesine izin vermiyorlar.

MUHALEFETİN DE KORUNAKLISI VE KORUNAKSIZI VAR

Yoğun baskılara rağmen Türkiye’de hâlâ iktidara yönelik büyük bir muhalefetin olması umut verici değil mi sizce?

Muhalefetin de korunaklısı ve korunaksızı var. Bugün Kemalist muhalefetin, Kürtlerin muhalefetiyle mukayese edildiğinde mücadele alanları çok daha meşru olarak tanımlanmış ve mevcut iktidar tarafından da tanınmış durumda. Aynı şey mevcut iktidarın dün yaptığı veya yarın yapacağı muhalefet için de geçerli. İktidarda kim olursa olsun veya siz muhalefetin neresinde bulunursanız bulunun, karşınıza Kürtleri aldığınız an, etrafınızda koruma çemberi yaratmış oluyorsunuz. Yani Kürtlere ve Kürt sorununa güvenli mesafede kaldığınız sürece, Türkiye’de rahatça muhalefet ve siyaset yapabilirsiniz. O yüzden babamın sürekli dile getirdiği o köprüler kurulamıyor. Peki biz bu terazinin neresindeyiz? Sürgüne gelen, kanunsuzca cezaevine konulan muhalif seçilmişler bu terazinin neresinde?

Türkiye’de seçimler yaklaşıyor ve Kemal Kılıçdaroğlu kampanyasını “sana söz, baharlar gelecek” cümlesiyle başlattı. Size göre Türkiye’nin baharı nedir?

Baharı hep beraber bekliyoruz ve düşlüyoruz elbette. Seçilmiş siyasi tutsaklar özgürleştiğinde, korku toplumu olmaktan çıkıldığında, iradeye ve kimliğe saygı duyulduğunda, toplumun bütün katmanlarını içine alan yeni bir rasyonalite ve siyaset inşa edildiğinde o baharı yaşayacaktır Türkiye.

Son olarak; en sevdiğiniz Ahmet Kaya şarkısı hangisi?

Çok zor soru. En sevdiğim Ahmet Kaya şarkıları sürekli değişiyor. Mesela geçtiğimiz aylarda “Arka Mahalle”yi çok dinliyordum. Bu aralar “Yetiş Nerdesin”i dinliyorum. Albümleri açıp dinlemek yerine sürekli belli şarkılara takılıyorum. Bazen özlem duygum kabarıyor, sesini duymaya ihtiyacım oluyor. O zamanlar da sadece arkaplanda sesini duymak için dinliyorum. O bana babamla sohbet gibi geliyor.

Kaynak: artıgerçek