Çünkü hava karardı, barbarlar gelmedi.
ve sınır boyundan dönen habercilere göre,
barbarlar diye kimseler yokmuş artık.
Peki, biz ne yapacağız şimdi barbarlar olmadan?
Bir çeşit çözümdü onlar sorunlarımıza. (Constantino KAVAFİS - Barbarları Beklerken )
‘‘Barbarları beklerken’’ ilk duyduğumda, bir sömürge çocuğuna yabancı olmayan bir bakış gibi algı alanıma
giren bu ifadeye, İlk olarak Constantino Kavafis’in şiirinde denk gelmiştim. Şiiri, toplumsal hafızama çok tanıdık
gelen bir ses tonuyla okuduğumda bir önceki cümlede yaptığım benzetmenin hüzünlü haklılığı kaplamıştı
bedenimi. Daha sonra, John Maxwell Coetzee de Kavafis’ten esinlendiğini belli edercesine alegorik bir anlatımla
yazdığı romanına aynı başlığı seçti. Ve yıllar sonra, bir arkadaşın haber vermesiyle kendimi sinema salonunda
Ciro Guerra’ nın yönettiği bir film olarak ‘ ‘Barbarları beklerken’’ i izlerken buldum. Bir de bu yazıyı yazarken
yaptığım araştırmalarımda Philipp Glass’ın romanı operaya da uyarladığını da öğrendim. Şiirden edebiyata,
operadan sinemaya kendine sürekli yer bulan ‘ ‘ barbarları beklerken’’ ifadesi sürekli zihnimin çeperlerine
çarpan ve her çarpışta kendi iç dünyamla, içinde bulunduğumuz toplumun dinamikleriyle, ülkenin genel siyasi
atmosferiyle ilgili sınır uçlarını parıldatan bir olguya dönüşmüştü bende.
Güney Afrikalı yazar Coetze’ nin romanını ele almadan önce Apartheid rejimine değinmek gerekecek çünkü;
yazarın bu romanda ülkedeki baskı rejimiyle kendi sanatını icra ederek hesaplaşmaya girdiğini tahmin etmek zor
değil ve sonradan kaleme alacağı –özellikle- ‘ ‘Michael K. Yaşamı ve Yaşadığı Dönem’’, ‘‘düşman’’, ‘‘utanç’’gibi
kitaplarında Güney Afrika’ nın hikayesini farklı kesimlerinin bakış açısıyla dile getirerek hesaplaşmasını
sürdürecektir.
Afrika dilinde ‘‘ayrılık’’ anlamına gelen ‘‘Apartheid’’ 1948 de Güney Afrika’ da Ulusal partinin iktidara
gelmesiyle başlayıp 1900’lere kadar süren baskıcı rejimin adıdır. Bu rejim tam da adının hakkını verircesine
toplumdaki insanları siyah, beyaz diye ve toplumsal rollerine göre ayrıştırarak beyazların üstünlüğü altında
siyahileri ötekileştiren, makbul vatandaş alanının dışına iten adeta insansızlaştıran bir dizi uygulamalara
yönelmiştir. Ayrımcılığa dayalı faşist rejimin uygulamaları, yasalarla kurumsal bir yapıya bürünmüş, güvenlik
birimlerinin ve yargının el ele vermesiyle sürdürülebilir bir hal alarak bir halkın nefes alabileceği tüm alanları yok
etmişti. Yaşam alanları birbirinden ayrılmış ve siyahiler, beyazların yaşam alanlarından uzaklaştırılmış, siyahiler
ve beyazlar arasında cinsel ilişki ve evlilik yasaklanmış, ders müfredatları siyahilerin sırtına yüklemek istedikleri
iş alanlarına göre yapılandırılmış ve tabi ki faşist bir iktidarın yönetimi altında olmazsa olmaz bir takım vahşi
uygulamalara; işkencelere, faili meçhullere, yaşam alanlarından sürülmelere, yargısız infazlara sahne olmuştur.
Kendi öz yurtlarında garipleştirilen siyahiler bir dizi direniş ve örgütlenme hareketi (siyah bilin hareketi)
başlatınca da iktidar ohal ilan ederek siyasetçiler ve direnenler üzerinde baskısında kendi yetki alanını
genişletmiştir. Açlık grevleri, bir dizi protestolar ve devletin güvenlik birimlerinin hedef haline gelmesi sonrası
ulusak kamuoyunun dikkati buraya yönelince apartheid rejimi geri adım atmak zorunda kalmış. 27 yıllık
mahkumiyet hayatından sonra birçoğumuzun kendisini tanıdığını düşündüğüm Nelson Mandela serbest kalıp
1994 seçimlerinde ülkenin ilk siyahi başkanı olunca bir dönem kapanmaya yüz tutmuştur.
Coetzee’ nin romanında zaman ve mekanın belirsiz olması işlediği olgu açısından önemli bir yerde duruyor.
İktidarların kendi varoluşlarını devam ettirmek için bir ötekiye ihtiyaç duydukları hali hazırda bu öteki yoksa da
yarattıklarına dair dünya tarihinde burada sayamayacağımız kadar örnek var. Ötekinin adı sürekli
değişmektedir; barbar, yerli, eşkıya, terörist, kadın. İktidarın da adı ve biçimi sürekli değişmektedir ama yapısal
olarak hep benzer özellikler gösterir yani ötekinin aksine iktidar; erkeği, meşru ve makbul olanı bir diğer deyişle
hukuki bir kişiliği olanı, rasyonel olanı temsil eder. Bu sebeple kitabı okuduğumuzda işlenen konunun, tanıklık
ettiğimiz bu zaman içerisinde hala sıcaklığını koruduğunu hissederiz. Tabi ki kavramlar ve onların karşılık geldiği
biçimlerde, iktidar ile ötekinin ilişki biçimlerinde de değişiklikler oluyor ve olacaktır. Sınırlar değişiyor ve
dönüşüyor, barbarları beklerken barbarları severken ya da barbarlarla beklerkene de dönüşebiliyor.

‘‘Barbarları beklerken’’ kitabında hayali bir imparatorluğun sınır boylarında gelişen bir takım olaylar
anlatılmaktadır. Sınır boyuna kurulan bir karakol, zamanla yanında yükselen yapılarla bir kasabaya dönüşmüş.
İmparatorluğun insanları burada kendi hallerinde yaşamlarını sürdürmektedir. Başlarında ise yargıç vardır.
Yargıç burada önemli bir tercih çünkü: kitap yargıcın bakış açısıyla anlatılmaktadır. Yargıcın hukuku temsil
ettiğini düşünürsek, yaşanan olaylar sonucu yargıç şahsında bir hukuk ve adalet çatışmasına da şahit olacağız
aslında. Kasaba halkı refah, mutlu; yargıç ise uçkuruna düşkün ve keyfi yerinde yaşamlarını devam ettirirken
imparatorluğun 3. Şubesinden (istihbarat bölümü) Albay Joll’ ün kasabaya gelmesiyle bir dizi işkencenin, talanın,
tecavüzün, yağmanın, savaş çığırtkanlığının, ayak sesleri duyulmaya başlanacaktır.
Albay joll, üstündeki kıdemli üniformasıyla, hareketlerindeki sertlik ve keskinlikle, konuşmasındaki buyurgan
ses tonuyla, gözlerini kapatan yuvarlak ve simsiyah gözlüğüyle imparoturluğun sert yüzü olarak bu küçük sınır
boyunda arz-ı endam ediyor. Geliş sebebi, sınır boylarında barbarların hareketlendiği, büyük çapta yağma
hareketlerinin olduğu, devletin valisine ateş açıldığı ve nihayetinde barbarların silahlandığına dair bir takım
duyumlardı. Yargıç ise bu durumu şöyle açıklıyor:
Bana kalırsa huzursuzluk filan yoktu. Gözlemlerime göre her kuşakta bir kez olsun bu barbar isterisi
depreşiyordu. Sınır boyunda yaşayıp da, kara bir barbar elin yorgan altından bacağına yapışacağı kaygısını
duymayan kadın; barbarların evini basıp, zil zuma sarhoş varı yoğu kırıp dökerek, perdeleri yakarak, kızlarının
ırzına geçeceği korkusuyla aklı başından gitmeyen adam yoktu. Bu türden sanılar çok rahat bir ortamın
ürünüydü bence. Bir barbar ordusu göstersinler, inanırım o zaman.(syf 15)
İmparatorluğun güvenlik birimleri sınır boylarında devriyeler yapmakta. Karanlık adamlarını, sorgu
uzmanlarını bölgeye göndermektedir. Yargıç, keyifli durağan yıllarının sonunun geldiğinin farkındadır. Oysa
kimsenin barbarları gördüğü, bildiği yok. Barbar dedikleri insanlar; aslında uçsuz bucaksız toprakları,
imparatorluk tarafından sınırlara ayrılan ve sınır dışına itilen o bölgenin kendi yerel halkıdır ve bunlar çoğunlukla
ırmak boylarında göçebe halinde yaşayan balıkçılıkla, avcılıkla ve toplayıcılıkla geçinen insanlardır. Hatta
kasabadaki insanlarla alışveriş yaparlar yün, post, keçe, deriden öteberi karşılığında pamuklu eşya, çay, seker,
fasulye, un alırlardı.
Albay ilk olarak hırsızlıkla suçlanan iki kişiyi sorgulamak ister. Coetze, kitap boyunca sorgu sahnelerini bizi
göstermez, o bölümlerde ne olduğunu bizim imgesel dünyamıza bırakmış olabilir. Belki de albay yargıç şahsında
hepimize şunu söylüyordur.
‘‘Can sıkıcı gelir size. Uygulanacak bir dizi yöntemimiz var.’’
Ama ben bunun da ötesinde ötekileştirilmiş, madunlaştırılmış insanın suskunluğuna şahit ettiğimizi de
düşünmek istiyorum. Kitap boyunca bu suskunluğu yani barbar insanın duyulmayan sesini ya da sessizliğini hep
göreceğiz. Barbarların kendini anlattığını görmeyiz hatta kitabın ilerleyen bölümlerinde barbar kız ile yargıç
arasında yaşananlarda, fiziki yakınlaşmaya rağmen barbar kızın duyulmadığını yargıcın ifadelerinden anlarız. Bu
suskunluğun, ötekileştirilenin kendi tercih ettiği suskunluktan ziyade sesini duyulabileceği bir altyapının
olmayışıyla ve bizim gerçekten o sesi duymak isteyip istemeyişimizle bir alakası olduğunu varsayabiliriz. ‘‘madun
konuşabilir mi?’’ kitabında Gayatri Spivak’ ın sorduğu soruyu burada bir kez daha soralım;
‘‘Şimdi şu soruyla yüzleşmek zorundayız: Toplumsallaşmış sermayeden çıkan uluslararası iş bölümünün öbür
tarafında, daha evvelki bir ekonomik metni tamamlayan emperyalist hukukun ve eğitimin epistemik şiddet
döngüsünün içinde ve dışında, madun konuşabilir mi?’’
Albayın işkenceyle duymak istediğini söylettiği hepimizin malumca bir gerçeği ki ve bu tiyatrolaştırılmış
sorgu sırasında suçlulardan birinin öldürülmesiyle sonuçlanıyor. Neden öldürüldüğünü de tahmin etmek zor
değil; ‘‘mahkum kaçmaya ya da saldırmaya çalışırken öldürüldü.’’ Sorgu sırasında yaralı çocuktan barbarların
savaş için toplandığına dair bilgi aldığını söyleyerek teftiş için hazırlıklara başlar. Yaşanacak olan tüm
hukuksuzluklar için hukuka uygun bir rapor hazırlayıp yargıca verir.

Yargıç, işkence odasında neler döndüğünü bilmiyormuş gibi tahmin etmeye çalışır. Sorgu sonrasında işkence
edilmiş tutuklularla karşılaşır. Tutuklulardan birinin vücudunda çakı ile yapılmış işkencenin izlerini gördüğünde
albayın raporunda yazdıklarının yanlış olduğu gerçeğiyle yüz yüze gelir.
Artık kendisi için hukuk-adalet çatışması başlamıştır. Hukukçu kimliğiyle hem barbar ve suçlu olduğu söylenen
insanlara hem de imparotorun temsilcilerine yaklaşımında bu çatışmayı yaşadığını kitap boyunca kendi içsel
konuşmalardan anlayabiliriz.
‘‘Düşünüyorum da, şu iki gariban tutukluyu Albaya teslim etseydim, ‘Albayım, bu işin uzmanı sizsiniz, alın
bakalım işinize yarar mı bunlar, ’ deseydim ya da birkaç günlüğüne ava çıksaydım. Irmağın yukarısına uzanır,
geri döndüğümde raporu okumadan ya da şöyle bir göz atarak mührümü basar, «soruşturma» nın ne anlama
geldiğini araştırmaz, uyuyan yılanın kuyruğuna basmamış olurdum.’’ (syf 15)
Gördükleri karşısında seçimini adaletten yana yapınca da imparatorluğun bütün hukuksuz ve barbarca tavrını
iliklerine kadar hissedecektir.
Adil olan ile yasal olan aynı şey midir? Hukuk-Adalet ve politika üçgeninde gelişen bu çatışma insanlık tarihi
kadar eski bir çatışmadır. Bu çatışmaya antik tragedyalarda bile şahit olmaktayız ki bunlardan en önemlilerinden
biri Antigone tragedyasıdır. Antigone kralın emrine karşı çıkarak kardeşini gömer. Burada yasaya karşı çıkış
vardır. Sokrates’ in yargılanmasında da aynı çatışma vardır. Hukuki olarak idama mahkum edilen Sokrates
kararın adil olmadığının farkındadır ama şehri terk etme şansı varken kaçmaz. Burada da yasaya adil olmasa bile
bağlılık vardır. Özellikle faşist, diktatör, totaliter rejimlerde bu çatışma en bariz şekilde gözler önüne serilir. Bu
devletler kendi emperyal arzularının önünde engel gördükleri hukuktan ve hukuk adamlarından hazzetmezler.
Bu sebeple anormal koşullar anormal tedbirler gerektirir mantığıyla kaos ortamından beslenmek iktidar sınıfının
hukuk devletinden önlem devletine dönüşmesini gerektirir. Yukarıda bahsettiğimiz apartheid rejiminin yaptığı
gibi OHAL’ ler fermanlar, buyruklar ve yaratılan iç, dış düşmanlarla bu ortam sağlanır. Artık hangi eylemin
cezalandırılacağı hatta ne şekilde cezalandırılacağı parti ideolojisine, iktidarın ali menfaatlerine, kaos ortamın
gerekliliklerine göre belirlenecektir.
‘‘Sudaki balıklar gibi, gökyüzündeki kuşlar gibi, çocuklar gibi yaşamamızı olanaksız kılan nedir? Suç
İmparatorlukta mı? İmparatorluk, zamanı kendi tarihine uydurdu. Mevsimlerin değişimine uygun doğal akışını
sürdürecek yerde tırmanışlar ve düşüşler, başlangıçlar ve bitişler, yıkımlar belirledi varlığını. İmparatorluk tarih
içinde yaşamaya ve tarihe karşı koymaya yazgılı.’’ (syf 199)
Yargıcın bu çatışmasına ileride yaşanacak olaylar nezdinde tekrar değinip romanın çözümlenmesine 2. Bölümde
devam edeceğim şimdilik hoşça kalın.